Yakalanma / VERHAFTUNG
Yeter: “12 Eylül’ün gelmesiyle, birlikte kısa bir süre sonra, benim arandığım ortaya çıktı. O dönemde devlet şöyle bir şey yapmıştı, aradıkları insanları, afiş diyoruz, orada işte adı, soyadı, doğum tarihi de var mıydı, yok muydu unuttum böyle, her tarafa, mesela ben Ankara’da yaşıyordum ve orada aranıyormuşum, ben de gördüm de kendimi daha sonra. Afişlerde isimler var duvarlarda, bir çok yerde, işte restorantların kapılarında, otobüslerde, durup durup televizyonda hep gösteriyorlar felan. Aranıyordum. Ne olacak? Zaten çok kısa sürede bir çok arkadaşımızı hemen yakaladılar, cezaevleri hemen dolmaya başladı. Ben süreç olarak hemen hemen en son yakalananlardan birisiyim. Babam organize etti. Beni Ankara’nın dışında, kendi iş yerinde çalışan bir arkadaşının yanına göndermişti, başka bir şehre.
Ben o şehirde biraz kaldım ama öyle bir şey ki, herkes tedirgin, ben aranılıyorum. En çok korkutuğum olaylardan birisi ben aranırken birinin evinde yakalanmak olayıydı. Çünkü yakalndığım anda o insana zarar verecektim. Bundan dolayı da, lütfen diyordum, lütfen eğer ki yakalanacak olursam beni cadde, sokakta, otobüste, her neredeyse, bir yerde tek başıma yakalasınlar istiyordum. Biliyordum bir gün yakalanacağımı. Yani, biliyordum derken, çünkü artık tıkanmıştı, bütün yollar tıkanmıştı. Gideceğim başka bir yer yoktu. Geçici olarak kimi zaman üç dört saatliğine, kimi zaman bir günlüğüne insanların evine gidiyorum ama insanların evindeki, yüzündeki o endişeleri, o korkuyu görüyorum. Ve bu bana korkunç bir acı veriyordu. Bir kaç şehir dolaştım ben.
Ondan sonra Doğu’da bir yerlere gittim. Bir köy gibi bir yerlerde saklanmaya başladım. En son işte o zamanlar muhtarlara da çok misyon yüklemişlerdi. Eğer köyünüze yabancı biri geliyorsa ve bunu devlete haber vermiyorsa o muhtarlar da suçlu duruma düşüyorlardı. Ondan dolayı gittiğimiz… üç kişiydik biz… Muhtarın acıyan yüzünü hatırlıyorum böyle. O arkadaşların da akrabalarıydı Doğu’da bir yerde. “Lütfen,” demişti, “askerşer geliyormuş köye, beni de zor durumda bırakmayın, buraları da terk edin”. Çok zorlu kış gününde, bir parça sığınacağımız yer yok. Biraz dağlara sığındık, biraz bayırlara sığındık derken baika bir yer arayışına girdik. Baika bir şehre gitmek üzere terminaldeyken beni ta Ankara’dan tanıyan bir polisle karşılaştım.
Karşılaştım derken, polis Ankara’dan Elazığ’a başka birini götürmek üzere gelmiş. Giderken beni terminalde gördü. Adam böyle Yeter Güneş diye geldi karşıma. Ben tanımıyorum tabi adamı da ama adam o kadar emin geliyor ki. Bir de benim üzerimde köylü kıyafetleri felan vardı çok dikkat çekmemek anlamında da giyindiğim bir kıyafetti ama hiçbir şey kar etmedi. Adam hemen telsizle bir duyuruda bulundu. Hemen başka polisler geldi, asker geldi, cemse geldi falan, “bak buraya kadarmış” dedim. Ben yakalandım.
Elazığ’da yakalandım. İşte oranın şubesine götürdüler. Çok az kaldım Elazığ şubesinde. Yani gece bir bile kalmadım. Üç, dört saatlik… telsiz görüşmelerinde duyuyordum da zaten. Ankara’dan arandığım ortaya çıktı. Öyle bir informasyon verdiler ki adamlar, sanki böyle çok bilmem ne birisini bulmuşlar gibi. Kimmiş o diye başka polisler de gelip bakıyorlar. Beni çok büyüttüler kafalarında, öyle böyle değil. Ben de şaşırdım, ben kimim ki ilgi görüyorum böyle diye ama yakalanıp sorgulanmaya başlayınca onların neden bu kadar çok ilgi gösterdiklerini anladım. Neden anladım? Şundan anladım; Benden önce yakalanan arkadaşlarım, tabi ki gördükleri yoğun işkencelerin karşısında bir çok olayı kabul etmişler ve öyle bir şey ki, o zaman 12 Eylül döneminde devlet politik olarak kendini gücünü de ıspatlamak anlamında faili meçhul hiç bir olay kalmamış olacaktı. Yani her olayı devlet bulup çıkarmış olacaktı.
Bundan dolayı da hangi olay varsa ortaya çıkmamış olan, bunu yakaladıkları insanlara işkence zoruyla kabul ettiriyorlar ve cezalar biçiliyor. Bu şekilde devlet kendi gücünü ıspatlamış oluyordu. Benimle ilgili olarak da, aranıyorum. Yakaladıkları arkadaşları bir çok olayları kabul ettirmişler. Tıkanılan yerlerde delil anlamında, işte atıyorum, atmıyorum, öyle de daha doğrusu, hani diyelim olay ortaya çıkmış silah yok. Silah nerede? Yeter Güneş’te. Olayla ilgili başka dokümanlar var. Hani bu dokümanlar nerede? Çıkartamamışlar. Yeter Güneş’te. Yani hakkımda o kadar çok ifade verilmişti ki ve benden yakalandığım zaman istedikleri o kadar çok şey vardı ki böyle, ben de şaşırdım. Olamaz bu kadar bir şey. Bunu herkes biliyor artık, Devrimci-Yol davasının en ağır suçlarıyla aranan, eylemlilik anlamında kişisi haline getirilmiştim.
Getirildiğimi ben de yakalanınca öğrendim desem daha doğru olur yani. Çünkü adamlar bana da sorduklarında “öyle mi?” diye ben de tepki koyuyordum. Yani sonuçta öyle bir durum oldu ki, düşündüm kendi kendime yakalndıktan sonra. İstenilen şeylerin haddi hesabı yok. Ve ben kabul etmedim bunları. Elazığ’da yakalandım. Bin sekizyüzevler’e götürüldüm. Durum ağır olduğu için de götürüyorlarmış oraya. Ve bunu paylaşmak zorundayım. Bundan dolayı da paylaşmak zorundayım; daha sonra da duydum tabi götürüldüğüm yerin nasıl bir yer olduğunu Yanımda bir arkadaşla birlikte yakalandım bu arada ben. Bu emniyetten çıkarıldım.
Tabi bir tek benim üzerimde değil yani bu 12 Eylül döneminde o ifade vermiş insanların hepsi, yaptıkları şeylerden dolayı suçlu değillerdi. İnsanların hiç bir alakasının olmadığı bir yığın suç da insanlar yüklenmişti. Bir yığın suç yani. Dediğim gibi faili meçhul olay kalmayacak adı altında işkenceyle insanlara bir çok şeyi yükldiler adamlar. Elazığ emniyetinden gözümüz bağlı olarak bizi bir yere götürüyorlardı. Anladığım tek olay hani düz bir yolda gitsen araba prrrt gider böyle. Ama sallana sallana gidiliyordu. Otomatikman kafamda düşündüm, bu kadar engebeli, yokuşlu nasıl bir yoldayım ki ben, bilemiyorum tabi gözlerim kapalı bir durumda olduğundan dolayı. Ama bildiğim bir şey varsa, epey uzun süren bir yolculuk vardı.
Sonra bir yere getirildim, orada gözüm açıldı. Hemen resimler mesimler çekiyorlar böyle. Etrafa bakma fırsatım oldu. Ben sadece dağ görüyorum, sadece toprak görüyorum. Hiçbir şey yok etrafta. Tabi insan korkunç ürküyor böyle. Dağın başında bir yerdim. Gerçekten öyle bir yerde olduğumu da polislerin o iğrenç kahkalarıyla ve o iğrenç, çirkin yaklaşımlarıyla gördüm. Orada şunu söylüyorlardı; Allah yok, peygamber de izine gitti. Yani burada başına her şey gelebilir ve bunu hiç kimse duymaz. Kimi konular malesef yok kafamda. Yani kayıp. Hala da kayıp kafamda. Silinmiş olan bir takım şeyler var kafamda o sürece ilişkin olarak. İl önce bir hoş geldin dayağı deniliyor. Öyle aldılar.
Zaten o anda sen düşünüyorsun; bunlar beni daha ne kadar tutacak. Hiç kimsem yok. Bana bunlar her şeyi yapabilirler ve her şeyi yapıyorlar herkese. Bir yere götürdüler. Nasıl bşr yer bilmiyorum ben. Orada sadece, sadece, sadece çığlıklar geliyor kulağına. Sadece çığlıklar böyle. Hani kafamızda o cehennem falan deniliyorla, öyle bir yerlerde. Neredesin, bilmiyorsun. Bir süre sonra o çığlıkların içerisinde kendini de görüyorsun. Yani adamlar hiç şey yapmadan böyle…
Yani ne yapmadan diyeyim, bilemiyorum. Yani birden bire şey gibi düşünün, korkunç şeylerin yapıldığı bir karanlık çukurun içine sokuluyormuşsunuz gibi. Birden bire bakıyorsun böyle yukarıda bir yerdesin, kendine arada bir geldikçe. Askı deniliyor. Bakıyorsun askıya alınmışsın. Ben hep bunları parça parça yaşadım. Öyle sanıyorum ki… Şundan dolayı parça parça yaşadım, büyük bir olasılıkla bayılıyordum. Kopuk çünkü bir takım şeyler. Bakıyorum yukarıdayım. Elimde, ayaklarımda kablolar var. Yukarıdan aşağıyı görüyorum. Korkunç, insana benzemeyen yüzler… Büyük bir keyif alıyorlar. Çeviriyor elektrik verdiği manyatörü. Sen o anda çığlık çığlığasın ve o senin çığlığına kahkahayla cevap veriyor. Korkunç, insan olmayan bir … insan görünümlü gibi insanlar diyeyim.
Ondan sonra bakıyorsun… Ben böyle hissettim diyeyim, böyle yaşadım. Bir gözümü açıyorum bir tekerin içindeyim. Nasıl bir tekerin içindeyim ben? Bildiğiniz bir araba tekerinin içine sokmuşlar beni. Ben şey olarak da hatırlıyorum böyle… Yani sanki korkunç bir şeyin içindesin. Neyin içindesin? Kabusun içerisindesin. Korkunç bir kabusun içindesin. Yani sen sen değilsin. Sen birilerinin eline bırakılmışsın ve seninle oynuyorlar. Canlarının istediği gibi oynuyorlar. Yani karşılarında bir insan mı var?
İnsanı bırak bir canlı mı var? Onun duyguları mı var? Düşünceleri mi var? Biz ona şu an bir şeyler yapıyoruz ama bir de kendi kendimize kalınca ona yaptığımız şeyler aklımıza mı gelir?
Yani hiçbir şey yok böyle. Bir hatırladığım o var. Yani nerede olduğumu bilmiyorum. Sadece korkunç bir cenderenin içerisinde hissediyorum kendimi. Mesela bunu daha sonra bir kaç arkadaşımla Mamak’a gelince paylaşmıştık. Bu sanırım o bin sekizyüz evler denilen yerde uygulanan bir yöntem. Öbür arkadaşlarımdan duymadım öyle bir şeyi. Teker içine konulup elektrik verilme olayını. Öyle bir şey ki, şöyle düşünün: bir tekerin içindesiniz. Zaten organların parçalanıyor böyle. Gözümü açtığımda hastanedeydim ben.
Ben bilmiyorum tabi ne halde gözüküyorum ama duyduğuma göre elektrik vermelerinden damarlar mı çatlamış ne. Bir şeyler var. Kan geliyor oradan, buradan. Bunlar artık o kadar sıradan şeyler ki böyle. Tabi bu arada en önemli şeylerden birisi, bin sekizyüz evlere götürülürken ben Elazığ Emniyeti’nden, evet bunu atlamamam gerekiyor benim. Benim için çok önemliydi çünkü. Beni ilk önce hastaneye götürdüler.
Yanımda bir erkek arkadaş vardı. Onunla yakalandım şimdi. Çok utanıyordum, yıllarca çok utandım bundan. Bakirelik kontrolü yaptırmışlar. Hala ürperiyorum o sahneyi yaşadığımda. Yanımda bir erkek arkadaşla yakalandığım için, onlar için çok önemli ya, kafaları hep belden aşağıya çalışıyor ya. İlk akıllarına gelen, on yedi yaşındaydım o zaman, bakire miyim, değil miyim. Çok önemli bakire olup olmamak onlar için çünkü. Ve o koca koca adamlar, ben mahkemeye çıkarıldığımda, iddianameler okunurken, ne kadar ayıp bir şey, onlar adına utanıyorum aslında bugün geriye dönüp baktığımda. Kendi adıma değil de onlar adına utanıyorum.
Koca koca generaller, adamlar, durdular, koca mahkeme salonunda böyle gazeteciler var, avukatlar var, aileler var, yedi yüz kişilik yargılananlar var, durdular işte Yeter Günei’in yapılan bilmem ne kontrolünde bakire olduğu anlaşılmıştır diye, bunu okudular yani. Onlar adına ben çok ayıp diyorum yani, dönüp baktıığımda. Tabi o zamanlar kendi kendime çok utanıyordum böyle. Bugün düşünüyorum da, niye utanıyorum ki? Bu benim utancım değil, onların utancı. Tabi anti parantez bu. O süreç içinde ilk yaptıkları olay bununla başlamışlardı adamlar ve bunun tutanağını tuttular. Ne kadar tuhaf. Hala anlayabilmiş değilim hiç o şeyi aslında. İşte o Elazığ süreci benim için… Aklımdan o kadar çok geçiriyordum ki, lütfen, lütfen öleyim ben, lütfen…. Yoktu, zaten yoktu o Allah mallah denilen şey.
Viyana 2021_22 belgeseli için Yeter ile yapılan röportajlardan
Lilly: “Wie, wo bist du verhaftet worden?”
Yeter: Nach dem Putsch am 12. September 1980 wurde schnell offensichtlich, dass ich gesucht wurde. Zu dieser Zeit tat der Staat das mit Plakaten, darauf waren die Menschen, die sie suchten, Namen, Nachnamen, ob das Geburtsdatum auch darauf war, habe ich vergessen. Überall, ich lebte zum Beispiel in Ankara und wurde gesucht, ich sah mich dann auch selbst. Die Plakate mit den Namen hingen an Wänden, an vielen Stellen, an Türen von Restaurants, in Bussen, sie zeigten sie immer wieder im Fernsehen. Ich wurde gesucht. Was wird passieren? Sehr viele Freund*innen verhafteten sie in kürzester Zeit, die Gefängnisse begannen sofort sich zu füllen. Ich war fast einer der letzten, die erwischt wurden.
“Ich wurde in Elazığ gefangen genommen. Hier brachten sie mich zum Revier. Ich blieb sehr kurz auf der Elazığer Sicherheitsdirektion. Nicht einmal eine Nacht. Drei, vier Stunden, das habe ich ihren Funkgesprächen entnommen. Es stellte sich heraus, dass ich von Ankara aus gesucht wurde. Sie gaben Informationen durch, als ob sie jemanden, was weiß ich, ganz besonderen gefasst hätten. Andere Polizisten kamen, um zu sehen, wer das sei. In ihren Köpfen haben sie mich dämonisiert/aufgeblasen. Auch ich war verblüfft, wer war ich, dass ich so großes Interesse erzeugte? Aber als ich verhaftet war und verhört wurde, wurde mir klar, woher so viel Interesse rührte. Woher? Mir wurde folgendes klar: Freund*innen, die vor mir gefasst worden waren, haben vieles gestanden, natürlich unter schwerer Folter, und in der Zeit nach dem 12. September wurde zum Beweis staatlicher Macht die politische Losung ausgegeben, dass es keine ungelösten Fälle mehr gäbe. Sondern dass der Staat, alles aufkläre.”
“Es gab so viele Aussagen über mich, und als ich gefangengenommen wurde, gab es so viele Dinge, die sie von mir wissen wollten, dass ich selbst überrascht war. Das war ein Ding des Unmöglichen, so viel. Jedem war das klar. Ich war zu der Person gemacht worden, die wegen der schwersten Anschuldigungen im Zusammenhang mit Aktionen im Devrimci Yol gesucht wurde.”
“Der Prozessgegen Devrimci Yol wurde nach dem 12. September als Hauptprozess gegen Mitglieder von Devrimci Yol in Ankara (Ankara Ana Dev Yol) eröffnet. Anfänglich wurde 573 Personen, wenn ich mich richtig erinnere, derProzess gemacht. Später wurden Prozesse gegen Freund*innen aus der ganzen Türkei nach Ankara verlegt. Es waren dann mehr als 700. Ich würde sagen das Verfahren gegen Ankara Ana Dev Yol ist als Massenverfahren in die Geschichte eingegangen. Das Verfahren… Ich blieb für sechs Jahre drinnen. Das Gerichtsverfahren dauerte sechs Jahre. Bis zum Kassationsgerichtshof, dem Obersten Gericht. Meine Freilassung bedeutete also nicht, dass dasVerfahren vorbei war und ich verurteilt worden war/und das Urteil feststand. Ich war wegen Artikel146/1 angeklagt. Auf Artikel 146/1 steht Todesstrafe. Aber sie konnten mich nicht hinrichten, weil Hinrichtungen von Frauen in der Türkei nicht ausgeführt wurden, weil sie nicht hingerichtet wurden. Aber den 17-jährigen Erdal Eren richteten sie hin.”
Aus Interviews mit Yeter für den Dokumentarfilm