JETZT SPRECHEN / SIMDI ANLATMA
Lilly: “İyi ki konuşmaya başladın Yeter. Uzun süre hiçbir şey söylemedin. Sana kimsenin inanmayacağını, bunun fazla geleceğini, belki çocukların diyerek anlattığında sana kimsenin inanmayacağını düşünmüştün. Şimdi neden konuşuyorsun? Şimdi istediğin ne? İnsanlar bunu neden dinlemeli? Neden bu duymaya ihtiyaçları var?”
YETER: “Evet, uzun süreler biz hiç konuşmadık. Kendi aramızda bile konuşmadık. Şöyle söyleyeyim, öyle şeyler yaşattıklar ki bu adamlar bize yaşadıklarımızı biz kendi kendimize bile itiraf edemiyorduk. Mesela ben kendi kendime düşünüyordum. Sıkça düşünüyordum tabi ki. Gözlerimi kapatıyordum mesela, o günlere gitmek korkunç bir acı veriyordu. Sık sık böyle gitmeden dönmeye çalışıyordum çünkü o dipsiz bir kuyu. Hani dipsiz bir kuyunun içerisinde bağırırsan da sesi duyulmaz. O dipsiz kuyunun içerisinde sadece sıkıyorsun kendini ve sadece yutkunuyorsun. Çünkü kimsenin seni duymayacağını düşünüyorsun. Aradan yılar geçti.İlk önce biz küçük küçük cezaevinde kadın arkadaşlar, …. ay bir ürperti bastı… birbirimizle konuşmaya başladık küçücük küçücük. Biliyor musun bana ne yaptılar diye… en kısık sesimizle. Arkadaşlarımızla onu paylaşmaya başladık . Ama hep en kısık sesimizle bize yapılanları. Küçücük küçücük. Kimseler duysun istemedik. Bir yandan da… Nasıl bir şey ya! Nasıl bir şey bu! Yani bize yapılanları kendimiz bile kabul etmiyoruz. İnanılır gibi değil. Yani bunu sana nasıl anlatayım? Ben kendim bile inanmıyorum bana yapılanlara, başkası nasıl inanacak? Yani çok tuhaf bir ruh haline soktular bizi. Ve sanırım biz ilk önce yavaş yavaş küçük sözcüklerle, en kısık sesimizle birbirimizle paylaşmaya başladık. İki kişiyle, üç kişiyle. O paylaşımlar oldukça daha bşr açılmaya başladık. Kendimizle paylaştıktan sonra bizler içimize kapandık. O süreci yaşamış olanlar birbirimizle paylaştık. Bunlar aslında çok önemli şeyler. Bugün artık görebiliyoruz. Hayatın içine atıldık mesela. Evlendik. Bir çoğumuz yaralı olduğumuz için belki de biz o evliliklerimizi falan da yürütemedik aslında. Daha sağlıklı bir rotaya geçebilmek için belki iyi bir terapi sürecinden geçilmesi gerekiyordu. Ama öyle bir şey yoktu. Kimse de demedi, bak biz çok şey yaşadık. Bunlar az buz değil. Bugün belki dalgasını geçerek, içimiz kan ağlayarak, yüzümüzde farklı bir gülümsemeyle bir çok şeyi paylaşıyoruz ama içimizde bir yara var kanayan, kabuk bağlamamış. Hiçbir zaman da bağlamayacak. O süreçlerimizi dışarı çıktıktan sonra da bizler sağlıklı yaşamadık, yaşayamadık. Ben zaten kısa bir süre sonra Viyana’ya geldim. Senin sorduğun soruya gelince Lilly, ben de kendi içimde düşündüm. Seninle de özel bir dostluğumuz, yoldaşlığımız oluştu. Şu çok önemliydi; acaba bana inanır mı ben Lilly’ye anlatsam? Anlıyor musun? Şunu hissettiğim anda, ya evet benim bu şeyimi anlıyor Lilly, o zaman ben de daha çok açılmak istiyorum. İçimde kocaman bir yük var aslında. Onu hissettikçe paylaşmaya başladım. Bugün bunları seninle konuşuyorsak eğer, bu paylaşımlarımızdan dolayı konuşabiliyoruz da. Ki bana korkunç destek oldun. Sana binlerce kere teşekkür ediyorum o anlamda da. Baktım ki bizim yaşadıklarımız anlaşılabiliyor. Anlaşıldığını görünce paylaşma isteği de arttı tabi ve ben paylaşmaya başladım yavak yavaş. Çok değil, beni anlayacak üç beş insanla. Daha sonra paylaşan başka arkadaşlarımı da gördükçe, işte kitabımız, unutamama kitabı ya da kaktüsler susuz da yaşar adlı diğer arkadaşlarımızın anı olarak ortaya çıkardığı kitaplar, bizler paylaşmaya başladık. Anlaşıldığımızı gördük. Daha sonra da evet evet evet, bunların paylaşılması gerekiyor. Çünkü biz bunları yaşadık. Bu yaşadığımız şeyleri eğer ki anlatmayacaksak nereden bilinecek?Ben bunları anlatacağım ki o lanet olasıca faşizm, o işkenceciler, bize çektirilenler toprak altına girmesinler. Nice şeyler yaşayıp işkencelerde öldürülen arkadaşlarımın adına anlatmam gerekiyor. Hani yazılıydı ya o bin sekizyüz evler denilen işkencehanede “Allah yok, paygamber izine gitti” diye, bunu yapıp bir çok toplu mezar ortaya çıkıyorsa eğer ben bunları anlatmalıyım ki, işte o yerlerde insanları öldürüp öldürüp çukurlara attılar. Bugün kimi yerlerden toplu mezarlar ortaya çıkıyor. onlarca yüzlerce insan çıkıyor. Bugün Cumartesi Anneleri var hala çocuklarını arayan. O çocuklarını oralarda yok ettiler bunlar! Ben anlatmazsam nasıl anlaşılacak.İşte öyle bir isyan doluyor ki insan. Ben de kendi içimde karar verdim. Ever bunları her yerde anlatacağım. Bu benim görevim, bu benim sorumluluğum diye düşünerek kitabımızın oluşumuna katkıda bulundum. Her yerde sunuyorum ve sunacağım. Ömrüm oldukça bunu bağıra bağıra anlatacağım. O Cumartesi Anneleri için anlatacağım. Daha kemikleri bulunamamışlar için anlatacağım. Her geçen gün katmerli katmerli yükselen faşizme karşı anlatacağım. Anlatmak zorundayım. Bunu bireysel olarak algılamıyorum. Bunu hepimiz adına anatıyorum ve anlatmaya da devam edeceğim.”
Viyana 2021_22 belgeseli için Yeter ile yapılan röportajlardan
YETER: “Ich werde darüber erzählen, damit der verdammte Faschismus, diese Folterer, das was uns zugefügt wurde, nicht verschüttet werden. Ich muss erzählen, im Namen meiner Freund*innen, die viel durchmachten, gefoltert und getötet wurden. Wie im Folterzentrum gesagt wurde; Es gibt keinen Gott und der Prophet ist im Urlaub”, wenn viele Massengräber entdeckt wurden, muss ich erzählen, dass sie Menschen getötet und in Gruben geworfen haben. An einigen Stellen tauchen heute noch Massengräber auf. Hunderte Menschen werden da gefunden. Heute noch suchen Samstagsmütter nach ihren Kindern. Sie haben die Kinder dort vernichtet. Wenn ich es nicht erzählt, wie soll es dann gehört werden? Also, ich habe für mich die Entscheidung getroffen. Ich werde es überall erzählen. Das empfinde ich als meine Pflicht, meine Verantwortung, deswegen habe ich zur Entstehung unseres Buches beigetragen. Ich präsentiere es überall. Mein Leben lang werde ich das erzählen, herausschreien. Ich werde es für die Samstagsmütter erzählen, für die, deren Knochen noch nicht gefunden werden konnten. Ich werde es gegen den Faschismus erzählen, der mit jedem Tag zunimmt. Ich muss es erzählen. Ich sehe das nicht auf einer individuellen Ebene, sondern ich erzähle das im Namen von uns allen und werde das auch weiterhin tun.”
“Ich würde sagen, es war eine Überraschung für mich, dass ich nach Wien gekommen bin. Warum? Weil ich sechs Jahre im Gefängnis in Mamak war. Ich wurde entlassen. Nachdem ich entlassen worden bin, betrachtete ich diese Periode als beendet, aber sie ging weiter und weiter. Was ich nach der Entlassung machte? Da gab es eine Menge unvollendete Dinge. Auch ich war unvollendet. Ich machte meine Schulen fertig, schloss sie ab, bekam einen Job, und ein zu Hause. So begann ein normales Leben. Ich sage normal, weil es nichts war, woran was ich als Revolutionärin jemals gedacht habe. Dass ich eines Tages ein zu Hause wie dieses haben würde, heiraten, Dinge in meiner Wohnung aufstellen, regelmäßig kommen und gehen. Weil wir hatten kein eigenes zu Hause und ich hatte auch kein eigenes Zuhause.”“Wir haben lange gar nicht gesprochen. Wir haben nicht einmal unter uns gesprochen. Lass es mich so sagen, diese Männer haben uns solche Dinge angetan, dass wir sie uns nicht einmal selbst eingestehen konnten, was wir durchgemacht hatten. Zum Beispiel dachte ich mir. Natürlich habe ich oft darüber nachgedacht. Wenn ich zum Beispiel meine Augen schloss, verursachte es mir schreckliche Schmerzen, diese Tage in Erinnerung zu rufen. Ich habe oft versucht das nicht zuzulassen und zurückzukommen, weil es ein Loch ohne Boden ist. Weißt du, so sehr du in einem bodenlosen Loch schreist, du wirst nicht gehört. Du schnürst dich einfach selbst in diesem Loch zusammen und schluckst alles runter. Weil du denkst, niemand wird dich hören. Jahre sind dazwischen vergangen.”
“Zuallererst haben wir Freundinnen im Gefängnis klitzeklein… Oh, da läuft es mir kalt über den Rücken … wir haben angefangen miteinander zu reden, ein bisschen. Weißt du, was sie mir angetan haben… flüsterten. Da haben wir angefangen, mit unseren Freundinnen zu teilen, was uns angetan worden war. Doch immer im Flüsterton. Ganz ganz wenig. Niemand sollte das hören. Andrerseits… Was für eine Sache! Was soll das! Das heißt ja, wir akzeptieren nicht einmal selbst, was uns angetan wurde. Unglaublich. Wie kann ich dir das erklären? Ich glaube es selbst nicht einmal, was mir angetan wurde, wie kann das dann jemand anders glauben? Also haben sie uns in eine sehr seltsame Stimmung versetzt. Ich glaube, wir haben zuerst angefangen, im Flüsterton kurze Worten und Sätze miteinander zu teilen. Zu zweit, zu dritt. Mit diesem Teilen haben wir einer ständigen Öffnung einen Anfang gesetzt. Nachdem wir es mit/untereinander geteilt hatten, verschlossen wir es in unserem Inneren/ in uns. Die Erfahrungen dieser Zeit, haben wir untereinander geteilt. Das war eigentlich sehr wichtig. Das können wir jetzt sehen.”
“Wir wurden ins Leben geworfen. Wir haben geheiratet. Vielleicht konnten wir diese Ehen und so nicht führen, weil die meisten von uns verletzt waren. Vielleicht hätte es eine gute Weile Therapie gebraucht, um einen gesünderen Weg einschlagen zu können. Aber so etwas gab es nicht. Es sagte auch niemand , schau, wir haben viel durchgemacht. Das ist kein kleiner Brocken.”
“Heute machen wir vielleicht Witze, teilen viele Dinge mit einem eigenartigen Lächeln nach außen hin, innerlich blutige Tränen, denn in uns gibt es Wunden, die bluten und nicht verkrusten/heilen. Sie werden niemals heilen. Nachdem wir entlassen worden waren, lebten wir nicht gut, wir konnten nicht gut leben.”
Aus: Interviews mit Yeter für den Dokumentarfilm
Okuma Viyana’da Kasım 2021 / Lesung in Wien, November 2021